20 Kasım 2011 Pazar

PAZAR TEZİ: SENDROM

Hayat şöyle kötü, yaşamak böyle hede, insanlar da zaten çok rerörö. Pazar günü evde pijamalarla otururken böyle mantıksız şeyler düşünmemi beklemiyorsunuz herhalde. Ben de beklemiyorum, o yüzden daha mantıksız şeyler düşünmeye karar verdim.

Tam donanımlı laboratuvarlarda, high-tech (İngilizce yazınca daha fiyakalı oluyor) ürünlerle yaptığım gayriresmi deneyler sonucu vardığım sonuçlar yürek burkan cinsten. Tezime göre herkesin ”Pazartesi sendromu” diye bildiği şey aslında külliyen yalan. Bu sendrom denen meret aslında pazardan başlıyor.

High-tech’i (bak gene fiyakalı oldu) falan salla lan şakaydı o. Bi’ durup düşünsen ya da kıçını kaldırıp aynaya baksan çakacaksın zaten köfteyi. Tabağa özensizce konmuş spagetti kıvamındaki saçların, kapıya paspas diye koysan sırıtmayacak pijamaların, ayağını ısıtsın diye yıllar önce aldığın ama şimdi her tarafı delik deşik olmuş peluş terliklerin ve -bak bu en sevdiğim kısım- alık alık bakan o gözlerin. Sen hala sendrom pazartesi olacak sanıyorsun değil mi? Şimdi aynadaki insanı insanlıktan soğutan o görüntünü hatırla ve sendroma ”Merhaba” de.

Halbuki (burada –ki ayrı yazılmıyor kıps ;)) ”Lan çık gez, temiz hava al azıcık. Şu haline bak, geceyi bırak gündüz görsem korkarım.” diye bağırmak geliyor bazen içimden. Böyle evde kös kös oturdukça daha da mala bağlıyor insan. Boş boş televizyona bakarken aslında beynimizdeki hücrelerin eriyip gitmesine seyirci oluyoruz sanki. Böyle bir depresif haller, hayatı sorgulamalar falan. Sonra tak! Pazartesi sabahı alarm sesiyle uyanıyor ve kargalara selam veriyorsun. İşine, okuluna ya da neyse işte ona gidiyorsun. Sonra başlıyorsun söylenmeye, ”ah pazartesi, vah pazartesi, hay ben senin ... pazartesi” diye.

Sonuç olarak yarın pazartesi ve ben yukarıda yazdığım her şeyi yapmaktayım. E ne demişler, ”Kelin ilacı olsa hebele hübele.” Dolayısıyla ben de aynadaki insanı insanlıktan soğutan o görüntümü hatırlıyor ve yapmam gerekeni yapıyorum: Merhaba pazar, merhaba sendrom ve şimdiden merhaba pazartesi.

6 Kasım 2011 Pazar

Bir Şey Değil

Yaşamayı bilmedikten sonra nefes almak bir şey değil.

Görmeyi bilmedikten sonra bakmak bir şey değil.

Karşındakini dinlemedikten sonra duydukların bir şey değil.

İçinden gelen sesi duymadıktan sonra hissetmek bir şey değil.

Merak etmiyorsan eğer, ”Neden?” diye sormak bir şey değil.

Cevabı dinlemedikten sonra soru sormak da bir şey değil.


Sevinmek zor geliyorsa, gülmek bir şey değil.

Kahkaha atarken üzüntünü içine atıyorsan, sevinmek bir şey değil.

Gözyaşlarını içine akıtıyorsan, ağlamak bir şey değil.


Pişman olmadıysan eğer, özür dilemek bir şey değil.

Gerçekten özür diliyorsan, gurur bir şey değil.

Gurur kırıyorsan, saygı bir şey değil.

Kalp kırıyorsan, sevgi bir şey değil.

Sen kırılıyorsan, susmak iyi bir şey değil.


Sürekli anlam arıyorsan, hayal kurmak bir şey değil.

Durmadan hayal kuruyorsan, rüya görmek bir şey değil.

Gözünü kapadığında rüya görmüyorsan, bilinçaltın bir şey değil.

Yattığında için rahat değilse, uyumak bir şey değil.


Çok istemedikten sonra elde etmek bir şey değil.

Kendini frenliyorsan her gün, istemek bir şey değil.

Her baktığın yerde aynı şeyi görüyorsan, kör olmak bir şey değil.

Ağlamak gelmiyorsa içinden, üzülmek bir şey değil.


Kokusunu içine çekmek istemiyorsan, aşk bir şey değil.

Aşka inanmıyorsan, aşk zaten bir şey değil.

Geçmişte yaşıyorsan, zaman iyi bir şey değil.

Nadimsen eğer geçmişten, teşekkür etmek bir şey değil.


Ama her şeye rağmen biri sana teşekkür ederse, gözlerinin içine bak ve şöyle de:

Bir şey değil.

30 Ekim 2011 Pazar

Islak Kağıtlar

Bağırmak isteyen insanlar... Hem de avazı çıktığı kadar bağırmak... Kodes gibidir iç dünyaları. Hapsolmuş, müebbet yemiş duygular... Kıstırdıkları yerde her gün işkence ettikleri o duygular ve her geçen gün artan şiddet dozu. Önlerine bir parça kağıt koysan, katledilen duyguların kanıyla ıslatırlar.

Bağıramayacağını bilen insanlar... Hem de bunu çok iyi bilen... Biraz daha insaflıdır iç dünyaları. Alternatif yollar ararlar duygular müebbet yemesin diye. Ses çıkarmanın tek çözüm olmadığını bilir ve çeşitli ortamlara kusarlar içindekileri. Önlerine bir parça kağıt koysan, kusmuğun içindeki nefretle ıslatırlar.

Yazmak isteyen insanlar... Hem de kalemin ucundan sağanak mürekkep yağdıracak kadar yazmak... Kiminin acil durum çantasında koparılmış müsvedde kağıtları, kiminin acil durum çantası koparılmış müsvedde kağıtları... Önlerine bir parça kağıt koysan, renk ayırt etmeksizin her bir harfe can veren mürekkeple ıslatırlar.

Yazamayan insanlar... Hem de hiç yazamayan... Bir parça kağıt en büyük düşmanıdır onların. Üstünde kalem gezdirmek isteseler de kalem değmez o kağıda, değemez. Hep sırılsıklam olur. Çünkü önlerine bir değil bir sürü parça kağıt bile koysan, her birini tek tek gözyaşlarıyla ıslatırlar.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Başörtüsü Takıp Çıplak Gez Ya Da Öl

Bazı şeyleri kabul etmek gerek. Hayatları boyunca çeşitli sebeplerden dolayı (toplumsal, kültürel, maddi, dinle ilgili vb.) kadınlarla iletişim kurmadan yaşayan ve belli bir yaştan sonra topluma karıştıklarında ağızlarının suyunu akıtarak gezinen, gördükleri ten rengi her şeyden tahrik olan azımsanamayacak derecede büyük bir kesim var.

Aslında sorun tahrik olmak da değil. Herkes herkesten tahrik olabilir, doğaldır. Sorun 'tahrik olduğun kadına saldır, cinsel ilişkiye gir, girmiyorsa tecavüz ya da en kötü taciz et' mantığıdır. Koyunun kuzunun ırzına geçildiği, nalbura bile tecavüz edilen ülkemizde bu sebeptendir ki bir kadının yaptığı, söylediği, giydiği her şey ve her yeri tahrik edicidir. Çoğu insan da bu yüzden savunur başörtüsünü: biz erkekler, kadınların saçlarını görüp de tahrik olmayalım diye.

Hatırlayacaksınız 2011 başlarında ilahiyat profesörü olacak Orhan Çeker (!) dekolte giyen kadının tecavüzü hak ettiğini buyurmuştu zaten. Birkaç gün önce insanları tecavüze teşvik ederek bayıltıcı sprey satan bir web sitesi ortaya çıktı. Orhan Çeker (!)'in sözleri bizi derinden etkilemiş olacak ki 4 saat içinde tam 100 kişi bu harikulade spreyden sipariş etmiş!

Bir tarafta mini etekler var. Her gün internette insanların eteklerinin altından fotoğraf çeken sapıkların haberlerini okumaktan midem bulanıyor ama yapacak bir şey yok Giymeyeceksin o kısacık etekleri. Cık! Olmaz!

Ve son bomba bugün Vakit Gazetesi yazarı Nusret Çiçek'ten geldi. TBMM'de kadın milletvekillerine pantolon giyme serbestliği getiren kanun teklifini eleştiren zat-ı muhterem, ”Pantolon cinsel teşhirdir.” demeciyle aslında kadınların kıçından başka bir yerine bakmadığını net olarak belli etmiştir.

Şimdi elimizdekileri değerlendirip basit bir denklem kuralım:

1. Durum: Bir erkek dekolteden, mini etekten ve pantolondan tahrik olur ve bu sebeple ona kadına taciz ve tecavüz hakkı doğar.

2. Durum: Öte yandan başörtüsü, kadının saçlarını kapayarak erkeğin tahrik olmasını engeller. Bu durumda erkeğe başörtülü bir kadına taciz ve tecavüz hakkı doğmamış olur.

Bu maddelerden yola çıkarak, bir kadının güvenle, taciz ve/veya tecavüze maruz kalmadan yaşaması için iki yol olduğu gözleniyor:

1) Erkek, başörtüsü hariç, karşı cinsin giydiği her şeyden tahrik olacağı için kadın sadece başörtüsü takmalı, geri kalan kısımları çıplak olmalıdır.

2) Kadın, taciz ve tecavüzü her türlü, her zaman, her şekilde hak eder. Dolayısıyla ya bu duruma alışmalı ya da ölmelidir.

18 Ağustos 2011 Perşembe

Şikecikten Öldüler

Merhaba sevgili bu yazıyı okumaya lütfetmiş, minnetlerimi sunduğum saygıdeğer kişi. Çok fazla heyecanlanmana gerek yok çünkü yepyeni şeyler katmayacak bu yazım sana. Dolayısıyla değerli vaktini çok almamak ve seni çok sıkmamak için kısa keseceğim.

Çok değil, bir buçuk ay öncesine, temmuz ayının başına dön. Dön dön korkma. Her yeni güne başladığında yaptığın gibi bilgisayarını açıp ülkede neler olup bitiyor diye bir haber sitesine girdin. O da ne! İçlerinde Aziz Yıldırım gibi çok güçlü birinin de bulunduğu bir grup, şike soruşturması kapsamında gözaltına alınmış! Belki şaşırdın, belki kızdın, belki de hemen 'Şikeci Fener' naraları atmaya başladın. Facebook'ta, Twitter'da, FriendFeed'de, blogunda, orada, burada konuyla ilgili fikirlerini paylaştın. Yeri geldi yazılanları 'like' ettin, yeri geldi insanlarla tartıştın, yeri geldi geri çekilip olan biteni sessizce izledin.

Sen sahnede sergilenen bu tiyatro oyununu izlediğin sırada arka planda verilen sufleleri duymadın. Yemin ettin etmedin, özerkliği verdin vermedin tartışmaları döndü hep kısık sesle... Tehditler havada uçuştu sufleler halinde. Senin de önüne bir porsiyon sufle koydular kanındaki serotonin oranının düştüğünü hissetiklerinde.

Tam oyundan sıkıldığın anda ikinci dalga -pardon perde- başladı. Üçüncü, dördüncü, beşinci diye saydırdılar sana dalgaları -tekrar pardon perde diyecektim-, tıpkı koyun sayar gibi...

Uykun gelmeye başladığında Hilal Cebeci'nin memeleriyle uyandırdırlar seni. Yoksa bilmiyor musun? Tiyatro yan gelip yatma yeri değildir. Zira rahat değil, ayakta uyuman gerekiyor, yoksa ekonomik kriz teğet girdiğinde uyanırsın mazallah!

Ha bi' de ordunun en tepesindekiler mevkilerinden istifa ederken, en dibindekiler hayatlarından istifa ettiler. Hem de ne uğruna biliyor musun? Bilmiyorsun değil mi? Ben de öyle düşünmüştüm.

Amaaan neyse! Baktım da bayağı iç karartıcı yazmışım. Sen içini rahat tut. Ağız tadıyla tiyatronu seyretmeye devam et. Bu yazdıklarımı da unut.

Çünkü itiraf ediyorum...

Aslında tüm bu olanlar gerçekten değil şikecikten oldu, tüm bu şehit olanlar gerçekten değil şikecikten öldü.


24 Mayıs 2011 Salı

Şapka

Sevgili Fenerbahçeliler, hem Trabzonspor hem Fenerbahçe bu şampiyonluğu hak etti. Şike var veya yok orası beni ilgilendirmez ama sonuçta ikinci yarıdaki üstün performansıyla şampiyon Fenerbahçe oldu, tebrik ederim.

Fakat sonra ne oldu?

Fenerbahçe'nin Milli Takım oyuncularından biri çıktı "Türkiye'nin 1/4'ine armağan olsun" dedi. Ötekisi çıktı statta taraftara "Stada giren Cimbomlu olsun" dedi. Şimdi bunları taraftarlar söyleyebilir, oyuncular kendi aralarında söyleyebilir ama tüm Türkiye'nin önünde futbolcuların böyle şeyler söylemesi, hem kendi taraftarlarını hem de diğer takım taraftarlarını kışkırtmaz mı? Türk futbolununun iki lokomotif takımından biri olan Fenerbahçe'nin A MİLLİ futbolcularına bu tarz laflar etmek yakışır mı? Rica ediyorum şu yazıyı okuyun ve (kabul ediyorum abartı yerler var ama genel anlam olarak) bir değerlendirin.

Ercan Güven - Siz Size Yetemezsiniz! (link: http://spor.milliyet.com.tr/siz-size-yetemezsiniz-/spor/sporyazardetay/24.05.2011/1394027/default.htm)

Tekrar ediyorum: ben Fenerbahçe'nin öyle veya böyle ikinci yarıdaki üstün performansıyla adeta şapkadan tavşan çıkararak şampiyonluğu hak ettiğini düşünüyor; fakat artık o şapkayı önüne koyup biraz da özeleştiri yapması gerektiğinden bahsediyorum.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

22 Ağustos'a Yabancıların Bakışı

Malum, Türkiye'de ışık hızıyla değişen ve değiştiği anda, özellikle sosyal medyada, hızla popülerlik kazanan bir gündem var. Hepimizin bildiği gibi son günlerdeki gündemimiz de 22 Ağustos 2011 tarihinden itibaren kullanmak zorunda bırakılacağımız internet paketleri... Bu konu son birkaç gündür sürekli tartışılıyor. Hakkında bir sürü tweet atılıyor, facebook'ta gruplar kurulyor, protesto planları yapılıyor. Öyle ki, #22agustos hashtagi Twitter'da dünya çapında trending topic oldu.

"Benim Twitter'la işim olmaz. Bu hashtag, trending topic falan bilmem ben" diyenler için kısaca özetleyeyim. Hashtag, tweetlere konulan etikete verilen addır. Biz nasıl blog yazılarımızı, facebook'ta fotoğraflarda arkadaşlarımızı etiketliyorsak hashtagler de aynı şekilde tweetleri etiketlemede kullanılır. Yani aslında bir nevi atılan tweetleri gruplama yöntemidir. "trending topic" ise, Twitter'da en fazla yazılan ve paylaşılan tweet konularını gösteren bir listedir. Sanırım şimdi "#22agustos hashtagi Twitter'da dünya çapında trending topic oldu" cümlem size daha çok anlam ifade ediyordur.

Şimdi bu konu hakkında iyi kötü hepimizin bir fikri var ama tüm dünyanın gördüğü trending topic listesinde 1. sıraya oturan #22agustos konusu hakkında gâvur ne düşünüyor acaba?

Bu noktada sizlerle bugün tesadüfen görmüş olduğum bir blog yazısını paylaşmak istiyorum. Bu yazı bestvpnservice sitesinin blog'unda yazılmış bir yazı. Yazıya burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz.

"Benim İngilizce'm o kadar iyi değil", "ne uğraşacağım şimdi İngilizce okuyarak" gibi düşünceleri olanlar için de yazıyı Türkçe'ye çevirip aşağıya yazıyorum. Ve son olarak bu konuda herkesin daha bilinçli olmasını diliyor, "İnternetime Dokunma!" diyorum.

#22agustos Sadece Helal İnternet veya Pornoyu Yasaklamak mı Demek? Hayır!!

Dün gece yazdığım #22agustos’un ne olduğunu açıklayan yazıdan sonra insanlardan “Türk internet kullanıcıları buna niye bu kadar karşı ki?”, “Bu insanlar neden helal internet istemiyorlar?”, “Türkler bu yasağı veya helal interneti istemeyecek kadar pornoya bağımlı mı?” gibi tepkiler aldım. Onlara cevabım ise: HAYIR HAYIR HAYIR HAYIR!! Bu durumun helal internet veya porno siteleri erişe engellemekle bir alakası yok.

Helal internet ve porno siteleri erişime engellemek, işi kılıfına uydurmaktır ve yakında olacakların sadece bir başlangıcıdır. Bu durum, şu anda Çin ve İran’da var olan, sadece porno sitelerin değil, Twitter, Facebook, LinkedIn ve daha birçok sosyal paylaşım sitesinin devlet tarafından sansürlendiği büyük bir güvenlik duvarının Türkiye’deki doğuşudur.

Şimdi size soruyorum, helal dediğimiz, yasak dediğimiz şey bütün toplumun iyiliği için mi?

Kesinlikle değil. Hükümetin korumak zorunda olduğu yerel telefon sağlayıcıları Skype’tan korktular diye neden Skype yasaklanmak zorunda olsun? Bu ciddi ve doğru bir gerekçeyle yapılan bir tartışma. İnsanlar kendileri için iyi veya kötü olan şeylere karar verebilme hakkına sahip olmalı. Bence, yetişkin siteleri için yasak koyulabilir. Fakat, sadece hükümeti, kuruluşları veya belirli bireyleri rahatsız ediyor diye hangi siteye ulaşıp ulaşamayacağımız dikte edilmemeli. Kimin haklı, kimin haksız olduğunu anlayabilecek kadar olgun insanlarız.

Dünyadaki ülkeler kendi internet filtre ve güvenlik duvarlarını oluşturuyor veya oluşturmayı planlıyor. Aynı şekilde dünyadaki internet kullanıcıları da VPN Servisleri ve Proxy Sunucuları (web sitelerinin IP adresleri engelleneceği için Proxy Türkiye’de işe yaramayacak) gibi bu internet filtreleri ve güvenlik duvarlarını aşabilecekleri yeni yollardan haberdar oluyorlar.

Son olarak size bir sorum var: Bu uzun vadeli bir strateji mi? Yoksa bu Türk devleti için bir felaket mi? Yukarıda yazılanlar benim kendi fikirlerim. Siz de kendi yorumlarınızı yazabilirsiniz.

Türkiye’de Sansür ile ilgili yeni gelişmeleri takip etmekteyiz ve gelişmelerden haberimiz olur olmaz sizle paylaşacağız.

11 Mart 2011 Cuma

Saat Yönünün Tersi

Başta Albert Einstein olmak üzere bir sürü bilim adamının üstüne yıllarca kafa yorduğu, teoriler ürettiği, formüller türettiği, yazıp çizdiği çok acayip bir şey bu zaman olgusu. Kimisine göre geçmek bilmez, kimisine göre çok çabuk geçer, kimisine göreyse her şeyin ilacıdır... Yani üstüne her kıyafet oluyor namussuzun.

Tik tak... Tik tak... Zaman ilerliyor. Ben burada bu yazıyı yazarken dünyada kim bilir neler oldu triplerine girmeden zaman hakkındaki şikayetlerimi ileteceğim. Geçenlerde Stephen Hawking'in bir belgesini izledim. Şimdi bu Hawking amca der ki ”Zamanda yolculuk yapabilirsin.”

”Hahaha güldürme beni!”

Aslında ortada gülünecek bir şey yok. Adamın IQ tavan yapmış, bir şey diyorsa bir bildiği vardır. Zira amcam gayet güzel anlatmış belgeselde bu zaman yolculuğu davasının nasıl olacağını. Bu detaylara uzun uzun girmeden sadece şunu söyleyeyim sayın yazımı okuma zahmetine giren değerli insan: zaman yolculuğu yapmak için ışık hızına ulaşmak gerekliymiş.

Peki.

Hepimiz biliyoruz ki ışık hızına henüz ulaşamadık ve çok uzun bir süre de ulaşabilecekmişiz gibi durmuyor. Fakat bu zaman yolculuğu mevzusunda benim canımı sıkan başka bir şey var.

Hawking amca der ki: ”Zamanda ileri gidebilirsin yeğen, fakat geri gidemezsin.”

”Laaaannnn!!! Olur mu öyle şey!”

Olur olur. Fakat zamanda geri gitmek isteyen mağdurların hiç hoşuna gitmediğinin farkındayım. ”ne anladım ben geçmişe gidemeyeceksem” nidaları kulağıma gelmeye başladı bile.

Ben de size katılanlardanım.

Zamanın adeta kaplumbağa hızında ilerlediğini düşündüğüm şu günlerde aklımdan başka hiçbir şey geçmiyor. Lanet olası Hawking'i bulup beni geçmişe götürmesi için ayaklarına kapanasım var. Buluversin bir yolunu!

Hemen Hawking'in bir lafına atıfta bulunmak istedim. Hawking buyurur ki: ”I'm obsessed with time.”

Şimdi buna benim diyeceğim sadece şu olabilir: ”Alright you smart bastard! What if I'm obsessed with the past? You can't even take me to there dammit!”

Ooo yeee! Neden past? Bir sürü nedeni olabilir. Önemli olan ne kadar geriye gidebileceğim sorusu. Ha bana derlerse ki ,”Kardeş sen istediğin kadar geri gidebilirsin”, offf canıma minnet. O zaman ben de onlara derim ki ”O zaman beni 1800lerin Londra'sına götür kardeş!” Peki itiraf ediyorum. Eğer biri bana böyle bir şey dese karşısında vereceğim tepki sanırım bu kadar atarlı olmak yerine şöyle olurdu: ”Abi b.kunu yiyeyim beni şu 1800lerin Londra'sına atıver. Hadi be hacı. Valla filmlerde izleyip izleyip özeniyorum. Yaparsın bir kıyak değil mi?”

Amaaaaa...

Hayatta 1800'lerin Londra'sından daha önemli şeyler var. Ne mi? Bilmiyorum ama illa ki vardır. Sanırım bu konuyu Bülent Arınç'a danışmak daha doğru olacaktır.

Ne demiştik? Zaman acayip bir kavram. Bak ben zaman hakkında yazı yazarken kendisi çok cool bir şekilde bıkmadan usanmadan ilerlemeye devam ediyor. Hayır yani nereye varacaksa onu da bilmiyorum. Bir dur arkadaşım. Azıcık dinlen. Senin de hakkın. Hem sen dinlenirsen belki dünyada o an senin durmanı isteyen insanları da böylece mutlu etmiş olursun.

Boşversene... An geçti. Büyü bitti. Her şey bozuldu.

Neden mi?

Her şey senin daha ileri gitme takıntın yüzünden lanet olası! Bak biz ülke olarak ne güzel (!) ileri gidiyoruz, sırf sen dur diye.

O yüzden sevgili zaman kardeş, on behalf of merhum Albert Einstein and Stephen Hawking, sana sesleniyorum: Geri git geriiiiii git, ne olur geriiiiiii giiiiiittt!!!

1 Mart 2011 Salı

Devir

Ey dostlar!

Devir, pirinç ayıklamak yerine hepsini çöpe atma devridir...
Devir, pire için yorgan yakma devridir...
Devir, çirkin ördek yavrusu yüzünden bütün ördekleri katletme devridir...
Devir, sökülen düğmeyi dikmek yerine bütün kıyafeti parçalama devridir...
Devir, saçtaki tek bir beyaz tel için bütün saçı kazıma devridir...
Devir, lastiği patlayan arabayı patlatma devridir...
Devir, bir tuşu bozuldu diye klavyeyi kırma devridir...
Devir, manzarayı kapatıyor diye ormandaki bütün ağaçları kesme devridir...
Devir, blogları kapatma devridir...
Devir, sansür devridir...
Devir, düşünce özgürlüğünü kısıtlama devridir...

Kısacası devir, bir yanlışın bütün doğruları götürdüğü bir devirdir...

26 Şubat 2011 Cumartesi

İnsanlara Bir Kötülük Yap ve Onlara Doğruyu Söyle!




46 kromozomu her baba yiğit bir araya getiremez, kolay değil. Sonucunda insan oluşuyor. Bir ad koyuyorsun, besleyip, büyütüyorsun. Sonra da salıveriyorsun çayıra, artık günahı onun boynuna.

Ha bir de hep bildik naralar: ”iyi biri olsun”, ”yalan söylemesin”, ”insanlara karşı dürüst olsun” gibi birbirinin ardına eklendiğinde tahminen dünyanın en uzun trenini oluşturma potansiyeline sahip kalıplar. Tek problem gerçeklerin aslında insanların duymak istediği şeyler olmaması. Yani gerçek olduğu iddia edilenlerin aslında gerçek gerçekler olmaması. Daha basit bir tabirle, insanlar genellikle gerçekleri duymaktan hoşlanmazlar. Hal böyle olunca, karşıdakine de gerçekleri söylemek istemez ve sonunda da söylemezler. Ve bildik laf devreye girer: Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar arkadaş! Bir an kulağa Erman Toroğlu konuşuyormuş gibi geldiğinin farkındayım, kim bilir belki de Sarkozy'i hatırlatmıştır bu laf. Malum, şu sıralar baya gündemi meşgul eden bir konu...

”Tamam bakkal amca, anladık dokuz köyden kovuyorlar da bunun oluru nedir sen bana onu söyle. Dokuz çok, 5 yap bari be abi!”

”Bak küçük dostum, öğrenmen gereken çok şey var. Seni sevdim, o yüzden sana dokuz olur, fazlası olmaz. Benden sana bakkal tavsiyesi, sen doğruları söylemekten vazgeç.”

Dokuz olmasının da bir sebebi var. Uzayın sonsuz olduğunu söylememiz gibi. Sonuna gidemediğimiz için sonsuzmuş gibi geliyor (şahsi fikrimdir, NASA'yla ya da Stephen Hawking'le falan davalık olmak istemem). Buradaki sonsuzluk da dokuz oluyor. Yani onuncu köyü göremiyorsun. Çünkü gidecek bir köy kalmamış. Sense yalnız başına oturuyorsun, oturuyorsun ve oturmaya devam ediyorsun...

Hala gerçekleri kendi suratına söylemekle meşgulsün: ”Aman tanrım! Ne kadar da yalnızım. Acaba bazı düşüncelerimi kendime mi saklamalıydım? Lanet olsun! Oysa ki Kadınlar Ne İster'i de izlemiştim!”

Tam bu sırada yanından biri geçer.

”O da ne bir insan mı?”

Evet ve o insan sana dönüp aynen şöyle der: ”Şu haline bak, ne kadar da yalnızsın! Senin de doğruyu söyleyenlerden biri olduğun belli, sürtük!”

Hadi be! Sinirlendin. Evet, evet, sinirlendin! Çünkü doğruyu duydun. Sen yalnızsın. Derin bir nefes al.

(Nefes alıp verme efekti)

Doğru duydun, yalnızsın. Daha da önemlisi, doğruyu duydun. Hadi ama, itiraf et, o kadar da kötü değilmiş. O yüzden sen sen ol, doğrudan vazgeçme, çabala, seni de anlayan biri çıkacaktır. Tüm bunları yaparken de 'doğru'dan vazgeçme ve zamanı geldiğinde (yani şimdi) bu yazının başlığını tekrar oku.


25 Şubat 2011 Cuma

Selimoloji Neyi İnceler?

Her şeyden önce zor iştir. Sancılı bir süreçtir. Diğer bilimlere benzemez. Bir elin parmakları kadar profesörü, bir tane de ordinaryus profesörü (eğer bu yazıyı okursa "bu benim" diyecektir) vardır. (kim bilir belki de demeyecektir)

Zahmetlidir, adamı yorar. Araştırma konusunu İkizler'den alır. Çift karakterli değil çiftetelli ruhludur, yerinde duramaz.

Belli bir literatürü yoktur. Gününe göre değişir. Gündemi takip eder. Herhangi bir şey hakkında her şeyi içinde barındırabillir ya da tam tersi hiçbir şeyi içinde barındırmayabilir. Bazen de bilerek içinde hiçbir şey barındırır.

Arada bir gelirler. Tak... Asfalyaları atması gereken yerde şalterleri atar. Yani biraz asimiledir.

3 kelimeyle tarif etmek zordur. Zira 3 kelime çok fazladır. Bazen de 3 kelimeden fazlası gerekir.

Her şeye rağmen sevilesi, öpülesi, tıklanası ve okunası bir blogdur bu "Selimoloji". Yazarın (ki bu ben oluyorum) yapmak isteyip de yapamadığını yapması için bir fırsattır. Kaderlerine terk ettiği bloglara bir yenisini daha eklememeyi kafasına koymuştur. Düşüncelidir. Yazardır. Okurdur. Okumuştur. Okutmak istemektedir. İsteyene de hiçbir zaman mani olmamıştır.